Doğu’nun Uyanışı ve Haçlı Seferlerinin İlk Yılları: Ayrılıktan Birliğe Uzanan Yol

İncelenen Eser: Arapların Gözünden Haçlı Seferleri
Yazar: Amin Maalouf

On birinci yüzyılın sonlarında, Frenk ordularının Doğu topraklarına gelişi, İslam dünyası için büyük bir şok ve aşağılanma kaynağı oldu. Bu ilk istila dalgası karşısında Müslüman yöneticilerin gösterdiği tepkisizlik ve parçalanmışlık, Arap halkının gözünden kaçmadı. Bu durumu protesto etmek isteyen Şam kadısı Ebu Said el-Herevi, 1099 yılının sonbaharında Bağdat’taki Halife divanına alışılmadık bir şekilde, başı kazınmış ve sarıksız olarak çıktı. Bu tavrıyla, Müslümanların maruz kaldığı vahşi yağma ve yıkım karşısındaki utancı ve horgörülmeyi sembolize ediyordu. Yanında, Frenklerin işgal ettiği ve yağmaladığı şehirlerden kaçıp gelen muhacirleri getirmişti; bazıları Kudüs’ün düşüşünden sağ kurtulan az sayıdaki insan arasındaydı. El-Herevi’nin Halife El-Mustazhir’den talebi, yöneticileri istilacıya karşı kutsal savaş (cihat) ilan etmeye çağırmak ve bu durumu Müslümanların resmi direnişinin ilk adımı olarak duyurmaktı. Ancak o dönemde fiili gücü Türk askeri komutanlarının elinde olan Halife, etkisiz bir kukla konumundaydı ve bu çağrı hemen karşılık bulmayacaktı.

Anadolu Selçuklu Sultanı Kılıç Arslan, Frenklerin yaklaşan tehlikesini ilk haber alan Müslüman yöneticiydi. Henüz on yedi yaşında bile olmayan bu genç sultan, 1096 yılında Keşiş Pierre komutasındaki ilk Frenk ordusunu Civitot yakınlarında kolayca bozguna uğratmıştı. Bu zafer, çok az kayıpla kazanılmış ve Kılıç Arslan’a ömrünün en büyük zaferini yaşadığı inancını vermişti. Bu başarının getirdiği aşırı özgüven (“başarıdan başı dönen”), sultanın ertesi kış gelen haberlere kulak asmamasını sağladı. O ve komutanlarının en akıllıları bile, yeni gelecek Frenk birliklerinin de öncekiler gibi kılıçtan geçirileceğini varsaydı. Bu nedenle, Kılıç Arslan asıl uğraşlarının komşu Türk beyliklerine karşı yürüttüğü amansız mücadele olduğuna karar verdi. 1097’de ikinci ve çok daha kalabalık, organize ve ağır teçhizatlı Frenk ordusu İznik kapılarına dayandığında, sultan Danişmend ile Malatya civarında savaşmakla meşguldü ve bu yeni tehdide karşı tamamen hazırlıksız yakalanmıştı. Paniğe kapılmış olmasına rağmen, Danişmend ile düşmanlığı bırakıp ittifak teklif etmek zorunda kaldı, ancak İznik’in düşüşünü engelleyemedi.

Güneyde ise Antakya emiri Yağısıyan, Frenklerin kuşatması altındaydı. Sayıca onlara göre çok az (30.000’e karşın 6-7 bin) askeri olmasına rağmen, Yağısıyan şehrin surlarının saldırıyla alınamayacağına veya ablukayla teslim edilemeyeceğine inanıyordu. Onun asıl saplantısı, ihanete uğrayacağı korkusuydu. Yağısıyan, asıl tehlikenin içerideki büyük Hıristiyan nüfustan (Rumlar, Ermeniler, Yakubiler) geleceğine ve bu Doğulu Hıristiyanların istilacı Batılı dindaşlarıyla işbirliği yapıp şehri Bizans yönetimine teslim etmeye kalkışacaklarına inanıyordu. Bu tehlikeye karşı önlem olarak Yağısıyan, şehirdeki tüm Hıristiyanları dışarı sürmeye karar verdi. Onlara Antakya’nın kendilerinin olduğunu, ancak Frenklerle olan sorunu çözene kadar şehri kendisine bırakmalarını söyledi. Daha da kurnazca bir hamleyle, bu Hıristiyanların kadınlarını ve çocuklarını şehirde rehin tutarak, dışarıdaki erkeklerin sadakatini sağlamayı amaçladı.

Antakya’nın kurtarılması için son umut, Musul atabeyi Kürboğa’nın topladığı büyük bir orduydu. Ancak Kürboğa, Antakya’ya varmadan önce Urfa’yı kuşatarak değerli üç haftayı kaybetti. Bu gecikme, şehrin içeriden bir Ermeni asıllı Müslüman (Firuz) tarafından ihanetle Frenklere teslim edilmesine yol açtı. Kürboğa, Antakya’ya ulaştığında şehir düşmüştü ve o, şimdi kuşatan durumuna düşen Frenk ordusunu kuşatmak zorundaydı. Kürboğa’nın ordusu, aslında tek bir liderin emrinde değil, çıkarları sıklıkla çatışan melikler ve emirler koalisyonuydu. Şam Sultanı Dukak gibi birçok emir, eğer Kürboğa Antakya’yı kurtarıp kahraman olursa, tüm Suriye üzerinde otorite kuracağından korkuyordu. Onlara göre, Frenk tehdidi, Kürboğa’nın yükselen gücünden daha az önemliydi. Bu nedenle, Frenkler umutsuz bir çıkış saldırısı başlattığında, Kürboğa’nın ordusu kilden yapılmış ayakları olan bir dev gibiydi. Emirlerin ihaneti nedeniyle Müslüman ordusu, savaş alanında tek bir kılıç darbesi bile indirmeden dağıldı. Frenkler bu kaçışın bir savaş hilesi olduğunu düşündükleri için peşlerine düşmeyi bile tercih etmediler.

Frenklerin Arap dünyasındaki algısını kalıcı olarak şekillendiren olay ise 1098 yılının Aralık ayında Maarra şehrinde yaşandı. Şehir düştükten sonra Frenkler, karşılaştıkları şiddetli açlık nedeniyle insanlık dışı bir vahşete imza attılar. Arap kaynakları, Frenklerin katlettikleri Müslümanların cesetlerini yediklerini, onları ateşte pişirip parçaladıklarını aktardı. Bu yamyamlık vakaları, o dönemin Arap vakanüvisleri tarafından, Frenklerin “hayvanlar” gibi davrandığının kanıtı olarak kaydedildi. Maarra hadisesi, Araplarla Frenkler arasında yüzyıllar sürecek derin bir uçurum açtı ve Batılıların Doğu’daki imajını geri dönülmez şekilde zedeledi.

Bu iç karışıklık döneminde, Haşşaşiyyun Tarikatı (Batıniler) adıyla bilinen ve Nizari Şiiliği’ni benimseyen yeni bir güç ortaya çıktı. Tarikat, 1090 yılında İran’da Hasan es-Sabbah tarafından kurulmuştu ve başlangıçta Alamut Kalesi’ni üs edinmişlerdi. Sünni Selçuklu egemenliğine karşı çıkan bu köktendinci Şiiler, Suriye’de özerk bir beylik kurmayı amaçlıyorlardı. Halep Sultanı Rıdvan döneminde şehirde siyasi bir rol üstlendiler. Rıdvan, bir “hekim-müneccim” aracılığıyla tarikatla temasa geçti ve hasımlarını ortadan kaldırmak için bu fanatikleri kullandı. Böylece Batıniler, Halep siyasetine sızarak Rıdvan’ın danışmanlığını üstlendiler ve onun üzerinde büyük bir nüfuz kazandılar.

Frenklerin Doğu’da kurdukları yaşam biçimi ve adalet anlayışı, Araplar için genellikle bir şaşkınlık ve tiksinti kaynağıydı. Şeyzer Emiri Usame ibn Munkiz, Kudüs Krallığı’na yaptığı ziyaretlerde bu durumu bizzat gözlemledi. Usame, Frenklerin adalet sisteminin, ciddi hukuki prosedürlere ve Kuran kurallarına dayanan Arap adaletinin aksine, “takdiri ilahi” (ordalie) olarak bilinen ilkel usullere dayandığını gördü. Nablus’ta tanık olduğu bir düelloda, hırsızlık yaptığı şüphesiyle yargılanan yaşlı bir çiftçi, kanun gereği demirci bir hasımla dövüşmeye zorlandı. Yaşlı adam yenildiğinde hemen oracıkta asıldı. Usame ayrıca, suçlanan bir Müslüman’a uygulanan su işkencesini de anlattı: Suçlu olduğu iddia edilen kişi, büyük bir fıçıya indirilip zorla su içirildi. Eğer hayatta kalırsa masum, ölürse suçlu sayılacaktı. Adam hayatta kalamayınca, gözleri kör edildi. Usame, Frenklerin bu tür yargılamalarını “meşum bir soytarılık” olarak nitelendiriyor ve bu barbarca adetlerin, onların cesaretine rağmen onursuzluklarının bir göstergesi olduğunu düşünüyordu.

İmadeddin Zengi’nin 1146’da öldürülmesinden sonra, oğlu Nureddin Mahmud sahneye çıktı. Babası Zengi sertliği, ayyaşlığı ve diğer Müslümanlarla bitmek bilmeyen kavgalarıyla bilinirken, Nureddin daha farklı bir yol izledi. Zengi’nin zalimliğinden ve acımasızlığından kaçınarak, Arap dünyasında birliği sağlamak için temel yöntem olarak propaganda ve kişisel imajını kullandı. Nureddin, tek bir din (Sünni İslam), tek bir devlet ve tek bir amaç (Kudüs’ü geri almak için cihat) fikrini yaydı. Güçlü bir propaganda aygıtı kurarak, yüzlerce din adamı ve alimi seferber etti. Bu alimler, Nureddin’in davasını halk arasında yüceltmek ve cihada katılmayan diğer emirleri lanetlemekle görevliydi.

Nureddin’in kişisel imajı, tevazu ve kanaatkârlık üzerine inşa edilmişti. Lüksü ve şatafatı reddediyor, kaba kumaşlardan yapılmış giysiler giyiyordu. Bir keresinde karısının harcamaları için yeterli parası olmadığından yakınması üzerine, Nureddin elindeki paranın Müslümanların hazinesi olduğunu ve kendi rahatı için onlara ihanet etmeyeceğini söyledi. Savaşlardan önce “Yarabbim, zaferi Mahmud’a değil, İslam’a nasip et. Mahmud kim ki zaferi hak etsin?” diye dua ederdi. Bu tür gösterişli alçakgönüllülük eylemleri, lüks içinde yaşayan diğer emirlerle keskin bir tezat oluşturuyor ve hem halkın hem de dindar çevrelerin sempatisini kazanmasını sağlıyordu.

Bu dönemde Mısır siyasetinin merkezinde, Vezir Şaver’in üç kez tekrarladığı bir siyasi oyun vardı. Şaver, vezirliği kaybedince, Nureddin’in komutanı Şirkuh’tan yardım istedi ve onu Mısır’a davet etti. Şirkuh, Şaver’i iktidara getirir getirmez, Vezir verdiği sözleri unuttu ve Şirkuh’u kovmaya çalıştı. Şirkuh direndiğinde, Şaver bu sefer Kudüs Kralı Amaury’yi Mısır’a davet ederek Şirkuh’u etkisiz hale getirmesini istedi. Şaver’in nihai amacı, ne Nureddin’e ne de Frenklere bağımlı olmadan Mısır’ın mutlak hakimi olmaktı. Bu siyasi manevralar, Nil topraklarında üç kez (1164, 1167, 1168) Nureddin’in ordusu ile Frenkler arasında çatışma yaşanmasına neden oldu.

Şirkuh’un 1169’da vezir olmasından kısa bir süre sonra ölmesi üzerine, Halife El-Adid’in danışmanları ordunun en genci ve görünüşte en zayıfı olduğu için Şirkuh’un yeğeni Selahaddin Yusuf’u vezir atadılar. Selahaddin, Mısır’daki gücünü hızla pekiştirdi. Nureddin, ateşli bir Sünni olarak, “sapkın” Şii Fatımi Halifeliği’nin Mısır’da hüküm sürmeye devam etmesini kabul etmiyordu. Bu nedenle Selahaddin’e Fatımi Halifeliği’ni ortadan kaldırması için baskı yaptı. Selahaddin başlangıçta, Şii halkın tepkisinden çekindiği ve Halifeyi devirerek Nureddin’in basit bir temsilcisi haline gelmekten korktuğu için isteksizdi.

Ancak 1171’de Fatımi Halifeliği’nin Selahaddin tarafından ortadan kaldırılması, Mısır’ın üzerindeki dini ve siyasi otoriteyi tamamen Abbasi Halifeliği’ne (ve dolaylı olarak Sünni dünyasına) bağladı. Bu eylem, Selahaddin’in eline muazzam bir bağımsızlık ve zenginlik kaynağı verdi. Artık ne Halife’ye ne de coğrafi olarak uzak olan Nureddin’e gerçek anlamda bağımlıydı. Selahaddin, Nureddin’in davetlerini mazeretlerle reddetmeye başladı, zira efendisinin huzurunda otoritesinin zayıflayabileceğinden çekiniyordu. Fatımi Halifeliği’nin ortadan kaldırılması, Nureddin’in onu sadakatsizlikle suçlamasına ve nihayet Mısır’a askeri bir müdahale planlamasına yol açarak, iki lider arasındaki güç dengesini açık bir çatışma noktasına taşıdı. Selahaddin, bu yeni gücün tam kontrolüyle, Nureddin’in ölümünden sonra Arap dünyasının birliğini kendi bayrağı altında toplayacak konuma gelmişti.

Terimler Sözlüğü

TerimTanım
FrenkO çağın Arap tarihçilerinin ve halkının Haçlıları ve genel olarak Batılıları (özellikle Fransızları) tanımlamak için kullandığı sözcük.
RumAraplar tarafından hem Bizanslıları hem de onların tebaası sayılan Ortodoks Suriyelileri adlandırmak için kullanılan ve “Romalı” anlamına gelen terim.
Cihatİslam’ı ve İslam topraklarını savunmak için yapılan kutsal savaş. Metinde, başlangıçta emirler tarafından kullanılan siyasi bir slogan iken, zamanla Frenklere karşı birleşmeyi sağlayan merkezi bir ideolojiye dönüşmüştür.
HicretBir Müslüman’ın, dinini yaşayamadığı veya işgal altında olan bir yerden İslam topraklarına (Darü’l-islam) göç etmesi. Metinde, Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göçüyle ilişkilendirilerek onurlu bir eylem olarak tanımlanır.
Kadıİslam hukukuna göre hüküm veren yargıç. Metinde, Trablusşam’ı yöneten Benî Ammar ailesi gibi bazı hanedanların liderleri de bu unvanı taşımıştır.
VakanüvisTarihi olayları kaydeden tarihçi veya kronik yazarı. Metinde İbnü’l-Kalanisi, İbnü’l-Esir gibi isimler bu rolü üstlenir.
EmirKomutan, vali veya prens anlamına gelen askeri ve idari unvan. Selçuklu döneminde belirli bir bölgeyi yöneten liderler için kullanılır.
AtabeySelçuklu şehzadelerine atanan lala, hami veya üvey baba. Genellikle reşit olmayan şehzadelerin yerine fiili iktidarı ellerinde tutan ve kendi hanedanlarını kuran güçlü komutanlardır.
MemlukKöle kökenli asker. Selçuklu ve sonraki dönemlerde komutanların ve valilerin çoğu memluklar arasından seçilmiş ve zamanla kendi başlarına iktidara gelmişlerdir.
Haşşaşiyyun (Batıniler)Hasan es-Sabbah tarafından kurulan, siyasi cinayetleri bir yöntem olarak kullanan gizli bir Şii tarikatı. Sünni Selçuklu düzenine karşı mücadele etmişler ve Suriye siyasetinde karmaşık bir rol oynamışlardır.
Darü’l-islamİslam toprakları, İslam hukukunun geçerli olduğu ülke veya bölge.
HalifeHz. Muhammed’in ardılı, tüm Müslümanların ruhani lideri. Metinde bahsedilen dönemde Bağdat’taki Sünni Abbasi Halifesi ve Kahire’deki Şii Fatımi Halifesi olmak üzere iki rakip halifelik bulunmaktadır.
SultanSelçuklu İmparatorluğu’nda en yüksek siyasi ve askeri yetkiye sahip hükümdar. Halifenin üzerinde fiili bir güce sahiptir.
el-KudsKudüs şehrinin Arapçadaki kutsal isimlerinden biri; “kutsal olan” anlamına gelir. İslam’ın Mekke ve Medine’den sonra üçüncü kutsal şehridir.
Şeyhü’l-CebelHaşşaşinlerin Suriye’deki liderine verilen unvan, “Dağın Şeyhi/Efendisi” anlamına gelir. Metinde Reşideddin Sinan bu unvanla anılır.

Yorumunuz

Your email address will not be published.