Köy Enstitülerinin Kapatılması

            Bozkırın bağrından binlerce idealist öğretmen yaratmak. Bu kesinlikle bir devrimdi. Ama yarım kalan…Adı Köy Enstitüleri.

            Elinden tutulmazsa çobanlıktan ileri gidemeyecek olan, aşiret ve toprak ağalarının gölgesinde yaşayan kırsaldaki bu insanlar, birer öğretmen olacaktı ve  hatta o öğretmenlerden bazıları da ileride Aziz Sancar’ı yetiştirecekti.[1]  Çünkü artık onlar “Atatürk’ün Parçaları” idi.

            Köy Enstitüleri öyle bir proje idi ki, kapatıldıktan yıllar sonra bile Türkiye-İsrail ortak projesi olarak 2 Ocak 1965’de “Şümullü Projesi” olarak İsrail’de uygulanacak ve bu proje için 37 kişilik bir Türk ekibi oluşturulup, Köy İşleri Bakanlığı’nca İsrail’e gönderilecekti.[2]

            Peki İsrail’in bile bizden alıp uyguladığı bu sistem, bizde ne devam etmedi? Neden kapatıldı Köy Enstitüleri? Kim veya kimler kapattı?

                        Köy enstitülerinin 1940 yılında kurulduğunu ve 1954 yılında kapatıldığını ifade ettiğimizde, mesele hakkında detaylı bilgisi olmayan bir kişi, sadece açılış ve kapatılış yıllarına bakarak bu muhteşem projenin CHP’nin eseri olduğunu ve Demokrat Parti’nin de  bunu sonlandırdığını düşünebilir. Gerçek buna çok yakın olsa da, gerçeğin ta kendisi bu değildir. “Köy Enstitülerini İnönü mü kapattı, Menderes mi kapattı” gibi yüzeysel tartışmaların bolca yaşandığı ülkemizde, bu tartışmalara cevap vermeden önce şu bilgileri ortaya koymak gerekir:

            Köy Enstitülerinin temelleri Atatürk döneminde atılmıştır ancak uygulaması ve yeşermesi İnönü döneminde olmuştur. Köy Enstitüleri kesinlikle İnönü’nün eseridir diyebiliriz.

            1946 yılında kurulan Demokrat Parti, Köy Enstitülerinin bir numaralı düşmanı olmuştur. Keza kuruluş amaçları da toprak reformuna karşı çıkmak olduğu için, Köy Enstitülerinin amaçları ile ters yöndedir. Bu sebeple kuruldukları andan itibaren çeşitli sebeplerle Köy Enstitülerine saldırmış ve kapatılması için üst düzeyde mücadele vermişlerdir.

             Bu da yetmezmiş gibi, 1946 seçimleriyle Hasan Ali Yücel gibi ilerici yöneticilerinin tasfiyesinden sonra, CHP’nin sağ kanadı partide ipleri ele almıştır. Ve ne yazık ki, çok partili hayata geçilen 1946 seçimlerine kadarki CHP yönetici kadroları ile 1946 seçimlerinden sonraki CHP’nin yönetici kadroları beyazla siyah kadar farklıdır.

            Köy Enstitülerinin kapatılması konusu ele alındığında tam burada üstüne basarak durulması gereken nokta, Demokrat Parti’nin enstitülere yönelik cansiperane saldırıları sırasında, CHP’nin içinde hakim olan sağ kanadın, Köy Enstitülerini Köy Enstitüsü yapan tüm değerlerin içini boşaltmasıdır. İnönü de bu durumda sessiz kalmış ve Köy Enstitülerinin yönetici kadrolarını, öğretmenlerini ve öğrencilerini yalnız bırakmıştır. Keza CHP’nin sağ kanadının iktidarı ele aldığı 1946 yılından sonra yapılan değişiklikler sebebiyle yıkım başlamış, 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti’ye de sadece cenazeyi kaldırmak kalmıştır. Ve sürpriz olmayacak bir şekilde 1954 yılında Demokrat Parti tarafından enstitüler kapatılmıştır.

            Albert Einstein’ın sevdiğim bir sözü vardır: “Bir şeyi basit olarak anlatamıyorsanız, konuyu tam olarak anlamamışsınız demektir.”  Tek cümlede ifade etmek gerekirse, Köy Enstitülerinin kurucusu olan İnönü, yavrusunu sokağa bırakmış ve kurtların ona saldırmasını izlemiştir.  Kapatılmasına sebep olan bu kurtlar ise Demokrat Parti ve CHP içindeki Demokrat Parti zihniyetidir. Burada suçun tamamı kurtların mıdır? Tartışılır…Ama kapatanlar ve kapatılmasına göz yumanlarla beraber Köy Enstitüleri destanı son bulmuştur.

            Kabataslak olarak Köy Enstitülerini kim veya kimlerin kapattığını anlattıktan sonra artık detaylı bir şekilde Köy Enstitülerinin kapatılış sürecine, neden kapatıldığına ve yöneltilen ithamlara girebiliriz.

Enstitülere Yapılan Muhalefetler ve Kapatılışına Giden Süreç

            Köy Enstitülerinin öncüsü İsmail Hakkı Tonguç idi. En büyük destekçileri de Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve Cumhurbaşkanı İnönü’ydü. 17 Nisan 1940[3] günü TBMM, Köy Enstitüleri yasasını kabul etti. Köy Enstitüleri yasası Meclis’te onaylanırken toplantıya katılmayan 151 milletvekilinin büyük çoğunluğu ilerde kurulacak olan Demokrat Parti içinde yer alacaktı. Bu kişiler büyük köylü kitlesinin aydınlanıp, uyanmasından ileride büyük zarar göreceklerini önceden kestirmişlerdi.

            Daha yasanın kabulü aşamasında ilk itiraz Kazım Karabekir’den geldi. O dönem İstanbul Milletvekili olan Karabekir, tasarının tartışılması sırasında söz alarak şu eleştirilerde bulunur:

            “Bendeniz bu kanunda bir noktayı mahsurlu görüyorum. O da, üçüncü madde hükmü ile, Köy Enstitüleri, yalnız köy ilkokullarını bitiren çocukları hasrediyor. Şehir ve kasaba çocuklarının köylerle temâsını kesiyor. (…) Şu hâlde, 40-50 sene sonraki hayâtı tasvir edersek, memleketimiz ikiye ayrılmış olacaktır. Biri, köylünün kendi ruh ile terbiyesi, biri de şehirli kısmı…”[4] Köy Enstitüleri ile şehirli köylü ayrımının çıkacağını düşünen Karabekir, bu ayrımın zıtlaşmalara kadar gidip büyük sıkıntılara mahal vereceğini dile getiriyordu. Köy Enstitüleri ile alakalı endişelerinde samimi görünen Karabekir, daha sonra enstitülerin yıkılması aşamasında “Atatürk’ü gençliğin vicdanından söküp atmadıkça bu ülkeye huzur gelmeyecektir.”[5] diyecek ve asıl niyetini ortaya koyacaktı.

            Bu tartışmalar karşısında devrin Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel söz alacak ve enstitülerle ulaşılmak istenen amacın köylüyü bilinçlendirmek ve böylelikle vatanını seven, bilgili, sıhhatli vatandaşlar yetiştirmek olduğunu söyleyecekti.

            Köy Enstitüleri 1940 senesinde kurulurken yaşanan bu tartışmalardan sonra, bu sefer de 1943 yılında 4274 sayılı Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilat yasa tasarısı görüşülürken bir tartışma yaşanır. Yasanın tartışılması sırasında büyük toprak sahibi olan Eskişehir Mebusu Emin Sazak söz alarak şu itirazlarda bulunur:

            “Bu madde, 10. madde, öğretmenlere o kadar yetki veriyor ki, hekim, hakim, ne biliyim mürşit, peygamber, hepsi, askerî işlerde akıl verecek, hülasa her şeyi yapacak.”[6]

            Ve yine aynı Emin Sazak[7], Karabekir’inkine benzer sözler sarf ederek, açıkça enstitü öğrencilerinin “kendilerini birer Atatürk zannettikleri ve hatta daha salahiyetli hissettikleri[8] nden duyduğu rahatsızlığı dile getirmiştir.

            Yeni okulun, yeni öğretmenin köye gelmesi, büyük toprak sahiplerinin, özellikle köy topraklarının büyük bölümüne el koymuş toprak ağalarının çıkarlarına dokunacaktı. Bilinçlenen köylülerin daha iyi yaşam koşulları isteyecekleri ve haklarını arayacakları herkes tarafından bilinen bir gerçekti.

            Hem köy enstitülerine hem de toprak reformuna karşı çıkan kesim aynı kesimdi. İnönü savaş yılları boyunca Köy Enstitülerinin ve öğrencilerinin sayıca artırılması için baskıda bulunmuştu. Amaç, bir toprak reformuna destek olacak kitleyi ve önderlerini oluşturmaktı. İnönü’nün ısrarlarının buna dayandığı ve uygun zamanda yapılacak Toprak Reformunun destek temellerinin oluşturulmak istendiği anlaşılıyordu.[9]

            Toprak Reformu ile köylü topraklandırılacaktı. Köy Enstitüleri girişimi ile Toprak Reformu çalışmaları birlikte yürütülüyordu. Hasan Ali Yücel’in “bir insan fabrikası” olarak nitelediği Köy Enstitüleri ile ilgili olarak 3 Haziran 1942’de TBMM’de yaptığı “50 bin kişilik öğretim ekibi azami on sene içerisinde meydana gelecektir” açıklaması ile İsmail Hakkı Tonguç’un “beş yıl içerisinde sayıları en az 22 bini bulacak Köy Enstitüsü mezunları öğretmenlerin elinde irili ufaklı 150 bine yakın hayvan, 1,5 milyon dönüme yakın toprak, 2 milyon parçaya yakın iş araçları bulunacaktır” açıklamaları değerlendirildiğinde ağaların korkusu ve enstitülerin amacı daha iyi anlaşılacaktır. Kısacası Köy Enstitüleri, Toprak reformunun uygulanabilmesinin vazgeçilmez koşuluydu.

            Prof.Dr.Yakup Kepenek, Köy Enstitülerinin kapatılmasının arkasında yatan hadiseleri şöyle özetler:

            “Enstitülerin neden yıkıldığı çok açık. Halkın uyanışını, kendi sömürü süreçlerini sarsacak birer tehdit ya da tehlike olarak gören çevrelerin, enstitülere hoşgörü ile bakması elbette beklenemezdi. Köylü uyanırsa sömürülemezdi, kendisini sömürenlere karşı çıkardı; üreterek ekonomik güç kazanıp çiftçi olunca, asırlardır kendisini uyutarak ezen ve sömürenlerin kölesi olmaktan kurtulacaktı. Bu gelişmeden kimlerin zarar göreceği açıktır…”

            Köy Enstitüleri’ne karşı yapılan propagandalar, eleştiriler 1943’te toplanan 2.Eğitim Şurası’nda iyice ortaya çıkmaya başlamıştı. 2.Eğitim Şurası’nda enstitülere eleştiri getirenlerin çoğu, Köy Enstitüleri’ni yakından tanımayan, ilköğretimde izlenen eğitim politikalarından haberi olmayan ortaöğretim, yüksek öğretim ve teknik öğretim alanlarında görevli kişilerdi. Bunlar özellikle iş eğitimi yönetimini eleştirmiş ve iş eğitimi ilkesini ilkellikle bir tutmuşlardı. Enstitülerde uygulanan bu yöntemin eğitimle bağdaşmadığını, motor-makine derslerinde traktör-jeep-kamyon kullanımını eleştirmişlerdir. Oysa İsmail Hakkı Tonguç motor ve makinenin enstitülere girmesini amaçlamış ve “Motor ve makineleri enstitülerin oyuncağı yapacağız” demişti. Tonguç’un buradaki amacı, çağdaş teknolojinin alt yapısını oluşturarak teknik alışkanlıkların küçük yaştan itibaren öğrenilmesini sağlamak ve teknik araçların kullanılmasını yaymaktı.[10]

            Karanlığın ağaları ve ufku dar şahsiyetler, zamanla enstitüleri örselemeye ve ülkenin geleceğinin aleyhine zaferler elde etmeye başlar.

            Katliamın ilk kurbanı Hasanoğlan Köy Enstitüsü Müdürü Rauf İnan olmuştur. İnan 1935’te Milli Eğitim Müdürü Yardımcılığına, 1937’de Manisa Milli Eğitim Müdürlüğüne getirilmiştir. 1940’ta Çifteler Köy Enstitüsü Müdürlüğü’ne getirilen İnan, 1945 yılına kadar görevinde kalmıştır. Ardından Hasanoğlan Köy Enstitüsü Müdürü olmuştur. İnan’ın öğrencilerle, Ankara ilçelerinde çalışan öğretmenlerle yaptığı konuşmalar zararlı bulunarak, İnönü’ye ulaştırılınca,. bu dedikodulara son vererek kendisini de yıpranmaktan kurtarmak isteyen İnönü, bir yemekte Tonguç’a Rauf İnan’ı Bakanlık Müfettişliğine yükseltmeyi düşündüğünü söyler. Tonguç bunun bir terfi olmadığının farkındadır ve o çok bilindik ve dikkat çekici öngörüsü ile; “Bir kez kelle verme yolunu yeğlerseniz, günün birinde sıra sizin kellenize de gelecektir.” yanıtını verir.[11]

            Yanılmamıştır. Keza çok geçmeden sıra, eğitim ordusunun iki komutanı Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’a da gelecektir. Ama onların ipini, tepeden gelen demokrasi çekecektir.

            Dünya Savaşının bitiminden sonra 1945’te San Fransisko’da toplanan dünya milletleri, otoriter rejimleri uluslararası organlara almayacaklarını ilan etmişlerdi. Değişen dünya şartları karşısında, Sovyet Rusya karşısında yalnız kalmak istemeyen Türkiye, çok partili siyasi hayata geçme kararı alır.

            İnönü 1945’in meclis açılış nutkunda, demokrasiye geçiş sözü verir. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, o günlerde bu konuyu İnönü’yle konuşur ve demokratikleşmeye eğitimden başlamayı önerir. Yücel, İnönü’ye şöyle der:

            “Bizde metot daima dedüktiftir. Yukarıdan aşağıya iner. Bu demokrasi tecrübesi de böyle yukarıdan aşağıya iniyor. Sizden aşağıya iniyor. Halbuki müesseseler demokratlaştırılmadıkça bu memlekette demokrasi bir hevesten ibaret kalır ve dayandığı şey, bir ütopya olur. Herhangi bir vaziyette tam tersi bir rejim suhuletle gelebilir. Hatta demokrasi soysuzlaşabilir.”[12]

            Tonguç gibi Hasan Ali Yücel de yanılmayacaktı…

            Artık anti-Kemalist kadrolar harekete geçmiştir. Çok partili hayata geçme kararının alınmasıyla, önce CHP içinden ayrılan bir grup birleşerek Demokrat Parti’yi kurar. 1946 yılında icra edilen Türkiye tarihinin ilk çok partili seçimi sonunda CHP 400, Demokrat Parti 40 milletvekili alır. CHP seçimi önde bitirse de partide kadrolar değişmiştir ve CHP’nin sağ kanadı kontrolü ele almıştır. İşte o gün Köy Enstitüleri projesi fiilen bitmiştir. Çünkü Hasan Ali Yücel ,Milli Eğitim Bakanlığı görevinden alınacak ve yerine sağcılığı ile bilinen Şemsettin Sirer’i getirilecektir. Hatta Hakkı Uyar, Sirer’in Hasan Âli Yücel’in önceki uygulamalarını düzeltecek kişi olarak algılandığı için bu göreve getirildiğini iddia eder.[13]

            Böylece Türkiye’deki en başarılı Eğitim Bakanı olarak kabul edilen, UNESCO’nun doğumunun 100. yılını kutlama kararı aldığı Hasan Ali Yücel’in  Bakanlığı dönemi resmen bitmiş bulunmaktadır.

            İnönü, Hasan Ali Yücel’i feda ederek partiye yönelik eleştirilerin azalacağını düşünmüştür. Bu tarihte bir diğer önemli nokta da, Toprak Reformu’nun çıkmasında çok büyük emeği olan Şevket Raşit Hatipoğlu’nun da kabine dışı bırakılmasıdır.[14] Onun yerine Adanalı büyük arazi sahiplerinin sözcüsü Cavit Oral getirilmiştir.[15]

                        Bakan Şemsettin Sirer ile Tonguç geçinemeyeceklerdir. Dünya görüşleri apayrıdır. Sirer ile Tonguç arasında bakanlık odasında sert tartışmalar geçer. Sirer, Tonguç’a “Senin çoluk çocuğunla birlikte belini kıracağım” diye bağırır. Tonguç da bakana “elinden hiçbir şey gelmez.” diye karşılık verir. İpler kopmuştur.[16]

            Sirer, 21 Eylül 1946 tarihinde İsmail Hakkı Tonguç’u görevinden alır. Önce hizmetleri karşılığında Talim ve Terbiye Kurulu’na “terfi” ettirilir.Ardından da sessizce bir şehir okuluna Resim ve El İşleri hocası olarak verilir.[17] İnönü’yü bir daha hiç görmez. 1960 Haziran‘ında Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne yaptığı ziyaretten bir hafta sonra vefat eder.

            İnönü; Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun uygulanmasını baştan aşağı karşı olan toprak ağası Cavit Oral’ın eline nasıl bırakmışsa, bu sefer de Köy Enstitülerinin yıkımı işini aynı biçimde bu kurumlara tümüyle karşı olan Reşat Şemsettin Sirer’e verir. Sirer’in bakanlığı 8 Ağustos 1948’e kadar sürer. Nadir Nadi, Sirer için şöyle der:

            “Sirer İş başına geçince her partiden gericilerin yüreğine su serpildi. Bakanlıkta kaldığı süre içinde Demokratların hücumuna, hatta en ufak eleştirisine dahi uğramayan yegâne hükümet üyesi Sirer olmuştu”

            Artık karanlık yola girildiği bellidir. CHP’nin politikasında yaptığı bu değişiklikler Köy Enstitülerinin yozlaştırmasını da beraberinde getirecektir. Kısa zamanda şu gelişmeler olur;

1. İş eğitimi ilkesinin kısıtlanarak iş, işlik, tarla ve hayvan üretiminin azaltılması,

2. Köy okulları, sağlık memuru, ebe ve öğretmen lojmanları yapımının özel idare devlet bütçesine bağlanarak bina yapımlarının aracılara verilmesi,

3. Kent doğumlu öğrenci alımlarına başlanması,

4. Öğrenci sayıları azaltılarak kız öğrenci alımlarının yüzde 10‟a düşürülmesi, buna karşılık işçi, memur, öğretmen ve yönetici sayılarının arttırılması,

5. Kurucu öğretmen ve yöneticilerin alınarak yerlerine iktidar yanlılarının getirilmesi,

6. Özgür okuma saatleri kaldırılması ve birçok kitabın yasaklanarak yakılması,

7. Sınıfta bırakma ve okuldan atılmaların çoğalması, öğrencilerde not korkusunun yaratılması,

8. Öğretmen adaylarının köylerde staj yapmaları ve enstitüler arası yardımlaşmaların durdurularak enstitülerde bulunan konuk evlerinin kapatılması,

9. Öğretmen, öğrenci, işçi, usta öğretici ve yöneticiler arasındaki uyumun bozulması,

10. Enstitü çıkışlı öğretmenlerin 20 lira olan aylıklarının 88 liraya çıkarılarak geçimleri için verilen at, inek, araba, takım, tezgâh ve köy tarlasının geri alınması,

11. Enstitü çıkışlı öğretmenlere 45 günlük kurs görme zorunluluğu getirilmesi,

12. Açılması öngörülen köy enstitülerinin ertelenmesi ve durdurulması,

13. Ebe ve sağlık memuru kollarının kapatılması[18]

            Ne acıdır ki, tam da bu değişiklikler yapılırken, Birleşmiş Milletler Eğitim Teşkilatı, Türkiye’nin köy eğitimindeki başarısını kutlayacak, Haiti, Amazon ve Orta Afrika Bölgesinde yapacakları eğitimde Türkiye’nin tecrübesinden faydalanmak istediklerini Paris elçisine bildirecektir.[19]

            1947 sonunda CHP’nin sağ kanat hükümeti, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünü “benzer başka okullar olduğu gerekçesiyle” tamamen kapatır. 

            20 Mayıs 1947 tarihinde çıkarılan genelge ile enstitü kitaplıkları taranır ve sakıncalı görülen yayınlar yakılır. 1948 yılında eğitmen kursları uygulamasına son verilir.

Kapatılışı

            1950 yılında yapılan seçim ile iktidar değişir ve Demokrat Parti iktidara gelir. Yeni hükûmetin Millî Eğitim Bakanı Avni Başman, 11 Haziran’daki ilk konuşmasında köy enstitülerinin yapısını değiştirecek bir program hazırlandığını ve artık enstitülerin köy öğretmeni yetiştiren birer meslek okulu olacağını belirtir. Başman, 12 Haziran’da yaptığı konuşmada ise enstitülerin öğretmen okulu şekline sokulacağını söyler.[20] Başman’ın kabine kurulmasından sonra yaptığı ilk konuşmalarda köy enstitülerine değinmesi iktidarın enstitülerle yakından ilgilendiğini delilidir.

            1950 seçimlerinden sonra Demokrat Parti’nin galip çıkmasıyla ana hatları değiştirilmiş olan Köy Enstitülerinin tarihe karışması hızlanmıştır. 1950’de karma eğitime son verilerek, enstitülerdeki kız öğrencilerin, Kızılçullu’da Kız Köy Enstitüsü’ne dönüştürülen okulda eğitimlerine devam etmelerine karar verilmiştir. Fakat bu enstitünün bulunduğu yer NATO’ya tahsis edilince, enstitü Bolu ve Trabzon’a nakledilmiştir. Bu durum sonucunda kızlarını uzak yerlere göndermeyen aileler nedeniyle kızların okullara gönderilmesi oranı ciddi derecede azalmıştır. Ama Kızılçullu’nun hikayesine özellikle değinmek gerekir:

            Sene 1891. İzmir Buca’nın Kızılçullu bölgesinde bir okul kuruluyor. Amerikan Koleji. Misyonerlik faaliyetleri ile bilinen bu okuldan ilerleyen yıllarda da bir mezun verilecek. Kim midir?  Adnan Menderes!

            Fakat Cumhuriyet ilan ediliyor. Atatürk bu… Durmuyor. Kolej binası satın alınıyor, kapatılıyor. Ve sanki emperyalizme nispet yaparmışçasına bu bina Köy Enstitüsü oluyor. İşte karşınızda Kızılçullu Köy Enstitüsü… Atatürk devrimlerinin etkisini Ege bölgesine bir ışık gibi yayıyor. Ta ki Menderes gelene kadar…

            Daha sonra Köy Enstitülerini kapatacak olan Menderes, zaman kaybetmeden vefalı(!) bir mezun olduğunu kanıtlıyor. Binayı NATO’ya yani Amerikalılara geri veriyor. Öğrenciler dört bir tarafa dağıtılıyor. Bu da yetmiyor… Kızılçullu isminin komünizmi çağrıştırdığı gerekçesiyle ve Amerikalı abileri rahatsız olmasın diye bölgenin adını Şirinyer olarak değiştiriyor.

            O gün bugündür Şirinyer’deki NATO Karargahının önünden ne zaman geçsem Amerikan Koleji mezunu Menderes’in sadakatini hatırlarım.

Adnan Menderes tarafından Nato’ya tahsis edilen Köy Enstitüsü binası. Henüz teslim edilmeden yıllar önce enstitü binası iken…

            Menderes, iktidar olmasından sonra artık Köy Enstitülerinin ipini çekmek noktasında da önünde bir engel kalmamıştı ve bu süreç için de Milli Eğitim Bakanı olarak Tevfik İleri’yi seçmiştir.

            Tevfik İleri’nin enstitülerin kurulduğu yıllarda, Köy Enstitüleri için sarf ettiği “Bu öğrencilerin her biri yakında bir köye öğretmen gidecek. Bir yandan o köye çiftçiliği, demirciliği, doğramacılığı en iyi şekilde sokacak, bir yandan da köyün çocuklarına bu enstitüden aldığı bilgiyi, ruhu aşılayacak. Tesadüfen görmemiş olanların katiyen bilmelerine ve tasavvur etmelerine imkân olmayacak şekilde yepyeni bir gençliğin, yepyeni bir neslin bu Köy Enstitüleri’nde yaratılmakta olduğunu zevk alarak, gurur duyarak gördük. Dileğimiz Türkiye için çok faydalı olan bu Köy Enstitüleri davasının muvaffak olması ve gerçekleşmesidir…” şeklindeki sözleri dikkat çekicidir. Buna karşılık bu yazıyı yazan bir kişi olarak, Eğitim Bakanı olunca enstitülerin kapatılmasını sağlaması da manidardır.[21]

            Ve Tevfik İleri Demokrat Parti döneminde Milli Eğitim Bakanı olunca mecliste yaptığı bir konuşmada, Köy Enstitüleri mevzuunda yaptırdıkları çeşitli tetkikler ve anketler sonucunda kesin kararlarını verdiklerini ve yakında konuyla ilgili kanun teklifini Meclise sevk edeceklerini, Köy Enstitülerini, maddi ve manevi bütün hüviyetiyle öğretmen okullarına mutlak suretle dönüştüreceklerini ifade etmiştir. Aydın milletvekili Şevki Hasırcıoğlu da “Enstitü binalarının ekseriyetinin dışarısı kızıl renkte badana edilmiştir. Bunların içerisini temizliyorsunuz, dışarısını da temizlemeyi düşünüyor musunuz?” diye sorunca Bakan İleri, “Maddî ve mânevi dedim. Duvarlarıyla, talebelerin giyimleriyle, ruhlarıyla maddî ve mânevi memlekete büyük hizmetler yapmış ve evlâtlar yetiştirmiş öğretmen okulu haline getireceğiz.” diyerek soruyu cevaplandırmıştır.[22]

            Öyle de olur ve sistem maddi ve manevi(!) değiştirilerek 1953-1954 öğretim yılında “Köy Enstitüleri Öğretim Programı” kaldırılır, yerine “Öğretmen Okulları ve Köy Enstitüleri Programı” kabul edilir.

            O sıralarda Türkiye’yi ziyarete gelen Hindistan Milli Araştırma Enstitüsü’nden bir müdür, köy enstitülerini arar, bulamaz. Çünkü tüm köy enstitüleri, öğretmen okullarına çevrilmiştir. Birkaç tane öğretmen okulu gezen müdür, en sonunda şu soruyu sorar:

            “Öğretmen okullarınız hangi safhalardan sonra bu hale geldi? Daha önce herkesçe takdir edilen Köy Enstitüleriniz varmış öğrendiğime göre. Hasanoğlan öğretmen okulu akademik öğretim yapan diğer okullardan farksız. Programında ziraat, pratik, sanat ve genel bilgi konularını ihtiva eden faaliyetler istendiği halde müessesede kaldığım bir hafta içinde yalnız çocukların derslerine girip çıkmalarından başka bir çalışma şekli görmedim…”[23] Maddi ve manevi (!) değişimin sonucu ortadadır.

            Hatta içi boşaltılmış olan köy enstitülerinde görev yapan mevcut öğretmenlerden idealist olanlarının çıkıp da kendi inisiyatifleri ile bir şeyler yapmaya kalkıştıklarında nasıl komünist damgası yediklerini ve oluşan bedbaht durumu Fay Kirby şöyle anlatır:

            “1952’de gezdiğimiz ve adını saklı tutacağımız bir köy enstitüsünde, öğretmenlerin çoğu tam bir Boğaziçi kahvesi havası içinde tavla iskambil oynuyorlardı. Derse girme zamanı gelenler, ellerindeki zarları ya da iskambil kağıtlarını hiddetle masanın üstüne vurup, derse gidiyorlardı. Çoğunun kılığı düzgün değildi ve tıraş olmamışlardı. Bu havaya uymayan bir azınlık vardı ki, bunların “komünistlikte şüpheli” oldukları söyleniyordu. Bu şüpheden kendini kurtarmak isteyenler, bu Boğaziçi kahvesi havasına girmek zorundaydılar.”

            CHP döneminde kurulan Köy Enstitüleri yine CHP’nin başka hükümetleri döneminde kesildi, kırpıldı ve 1950 seçimlerinden sonra iktidara gelen Demokrat Parti tarafından bir yasayla kapatıldı. Ama onlar buna kapatma demediler. Enstitüleri öğretmen okulları ile birleştiriyoruz dediler. 27 Ocak 1954 tarihinde çıkarılan 6234 sayılı “Köy Enstitüleri ile Köy Öğretmen Okullarının Birleştirilmesi Hakkında Kanun” ile köy enstitülerini kapattılar.

            Solculuk bahanesiyle ve büyük toprak sahiplerinin baskısıyla, köyün aydınlanmasının önü kesildi ve. 17 bin 341 köy öğretmeni yetiştiren, köylüyü yönetime ortak etmeyi amaçlayan Köy Enstitüleri’nin 14 yıllık koşusu böylece sona erdi.

Komünizm İddiası

            Köy Enstitüleri’ne yönelik suçlamaları ve soruşturmaları incelediğimizde, en önemli iddialardan birinin enstitülerin komünizm yuvası olduğudur. Hatta bu söylemlerin o zamanki köylünün dahi dilinde olduğunu ancak köylünün gerçekte komünizmin ne olduğunu bile bilmediğini görüyoruz.[24]

            Köy enstitülerinde Komünizm esaslarının verildiğine dair iddiaları, dönemin konjonktürel yapısı ile değerlendirmek gerekir. İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesiyle Sovyetler Birliği, Boğazlar üzerindeki haklarının yeterli olmadığını ve daha fazla haklar istediğini bildirmiştir. Ayrıca Kars ve Ardahan’ın da Gürcistan’a ait olduğunu ileri sürerek buraları da istemiştir. İşte bu olaylar, Türkiye’deki geleneksel Rus düşmanlığının solcu düşmanlığı olarak hortlamasına neden oldu.[25]

            Ve böyle bir dönemde birbirine rakip olan tüm gruplar birbirini komünistlikle suçlayarak, birbirlerini halkın gözünden düşürmeye çalışmışlardır. Komünistlikle suçlananların en başında Köy Enstitüleri’nin kurucuları gelmekteydi.[26]

            Hatta bu konu,  Köy Enstitüsü kurucusu Hasan Ali Yücel’in komünistlikle suçlanması ile beraber, Hasan Ali Yücel’in bu ithamı yapanlara karşı dava açması ve davayı kazanması ile sonuçlanmıştır. Bu dava sürecinde Köy Enstitüsü düşmanı kim varsa karşı tarafta yer almış ve davayı kaybetmiştir.[27]

            Bakanlıktan alındıktan sonra komünistlik suçlamalarını göğüslemek üzere, 3 yıl boyunca mahkemelerde savaş veren Hasan Ali Yücel, “Beni yıllardan beri zorla komünist yapmaya uğraşanlar iyice bilsinler ki, ben ne komünist oldum ne de olacağım” der ve Dinle Benden adlı eserinde ortaya koyduğu komünist tasviri ile bu konuda en aşık ve en sivri tavrı ile şöyle yazar:

“Dedikodu denilen bu bulaşıcı hastalık,

Öyle nüksetmişti ki, vermiyordu aralık.

Türkiye’de benmişim kominizmin banisi,

Biraz daha hafif: koministler hamisi!…

Bu söz yargıç önünde söylendi çekinmeden;

Allah’ın huzurunda şimdi neyler söyleyen?

Kafalar işlemeden bol bol dırdır edildi;

Bu ne biçim ağızdı, bu ne zehirli dildi?

Kaç kişi bilir bizde, kominist kime derler?

Kominizmi bilmeden boşuna laf ederler.

Kominist ne düşünür anladın mı şimdi sen?

Her önüne geleni suçlar mısın bilmeden?

Sürülürse ezberden vatandaşa bu leke,

Koministlik o zaman olur büyük tehlike.”

            Köy Enstitüleri’nde komünist ideoloji ekseninde eğitim-öğretim yapıldığı da iddia edilmiştir. Bu görüşe göre, öğrencilerin okul yapımlarında, tarım ve teknik uygulamalarında, temizlik ve bakım işlerinde çalıştırılmaları komünist rejimi andırmaktadır.[28] Bunun yanı sıra yine bu iddiaya göre Köy Enstitüleri’nde askerliğe, milliyetçiliğe ve rejimi aykırı kitaplar okutulmuştur.[29]

            Fakat şunu belirtmek gerekir ki, Köy Enstitüleri’ndeki kitaplar kitaplık demirbaş defterine kayıtlıdır ve denetime açıktır. Üstelik bu kitaplıklardaki kitapların çok büyük bir bölümü Maarif Bakanlığı’nın izniyle Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, Yüksek Ziraat Mektebi gibi kurumlardan gönderilmiştir. Örneğin, Göl Köy Enstitüsü’nün kitaplık demirbaş defterinde kayıtlı kitaplar arasında sağ ya da sol düşünceye ait ya da yatkın kitap hemen hemen yok gibidir. Üstelik o dönemde bu türden bazı kitaplar kitaplıkta olsa bile, bu kitapların sadece Köy Enstitüsü kitaplıklarında mı olup olmadığına bakmak gerekir.

            Bu kitaplar, örneğin Köy Enstitüsü kitaplıklarında bulunduğu gibi, 1930’lu yıllarda Konya Öğretmen Okulu’nun kitaplığında da vardır.[30]

           O dönemde halk arasında en çok korkulan ideolojinin komünizm olduğu dikkate alındığında, köy enstitüleri düşmanları tarafından, bu eleştirilerin propaganda sonucu halk arasında yayılacağı, Köy Enstitüleri’ne yönelik yıpratıcı etki yapacağı ve kapatılmasında tetikleyici nedenlerden biri olacağı öngörülmüş olmalıdır.

            Görüşme yapılan bir Köy Enstitülü öğrencinin şu ifadeleri konuyu tüm çıplaklığı ile ortaya koymaktadır:

            “Bizim köyde Avni ağa isminde bir ağa vardı. Ben bundan çok çektim. Daha okurken bile bana düşmanlık yapıyorlardı. Bu, okuyup gelecek, köyün başına bela olacak derlerdi. Ben okulu bitirip eve geldiğimde çok iftira attılar bana. Bu komünist okulundan çıktı, komünist bu dediler. Bu köyün başına bela geldi dediler. Aslında ben köyün başına değil, onun başına bela gelmiştim.[31]

            Enstitülerin komünist yuvaları olduğu ve anti milliyetçi eğitim verildiği enstitülere yönelik saldırıların başında gelmekteydi. Enstitülere yönelik bu tür bir yaklaşımların getirilmesinde ana neden olarak bu dönemde Başmüfettiş İsfendiyaroğlu’nun yaptığı denetlemeler sonucu yazdığı raporda sol görüşlü yazarların kitaplarına enstitülerde rastlandığı şeklindeki ifadeleri gösterilebilir.

            Ne ilginçtir ki 1943 yılında İsfendiyaroğlu’nun Çifteler Köy Enstitüsüne yaptığı ziyaret sonucu yazdığı raporda ise hiçbir olumsuz ifade yer almaz. Ancak aynı kişinin 1947 yılında yaptığı denetlemede ise birçok eleştiri vardır. Bu bağlamda aynı kişinin 4 yıl ara ile yaptığı denetlemelerde ortaya çıkan farklı algılamalardan devrin siyasi konjonktürünün etkisini anlayabiliriz.

            Kâzım Karabekir’in Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’ndeki soruşturması sırasında geçen olaylar Köy Enstitüleri meselesini anlamak adına çok anlamlıdır. Bu soruşturmayı Talip Apaydın şöyle anlatır:

            “Gene o günlerde idi, Meclis Başkanı Kâzım Karabekir, yanında başka milletvekilleri enstitüye geldiler. Yüzlerinde korkunç suçlar yakalayacaklarmış gibi bir anlam, oraya buraya baktılar. Sorular sordular, cevapları dinlediler. Adamlar öyle doldurulmuşlardı ki Kâzım Karabekir ikide bir ‘Ruslarla olan ilişkilerimizi anlatın’ diyordu. Sanki ‘Biz Rusları çok severiz, Ruslar bizim dostumuz’ diyecektik. Bu karşılığı almak için soruyordu. Ama alamıyordu. Tam tersi, Katerina’dan Baltacı’dan başlayarak Kars Ardahan olayına kadar geçmiş savaşları, Türk-Rus düşmanlığını anlatıyorduk. Doğru mu söylüyor, diye yüzümüze dikkatli dikkatli bakıyordu. Ne aradılarsa nereden tutturdularsa aradıklarını bulamadılar.”[32]

“Kazım Karabekir bunun üzerine:

-Bir de Hakkı Tonguç için bir marşınız varmış sizin, şimdi de onu söyleyin bakalım.

Salon durgunlaştı, birbirlerine bakıp kaldı herkes. Öyle bir marş anımsamıyordu kimse…


-Canım, içinde Köylü Efendimiz filan lafları geçiyormuş…


Sıkıntılı bir suskunluk sürüyordu.


-Haaa anladım, dedi Yüksek Köy Enstitüsü Eğitimbaşı Hürrem Arman: Ziraat Marşı çocuklar, Ziraat Marşı, başlayın…


Ölüyü bile canlandıracak güçlü bir ses yükseldi salonda:


Sürer, eker biçeriz, güvenip ötesine

Milletin her kazancı milletin kesesine

Toplandık baç çiftçinin Atatürk’ün sesine


…Atatürk’ün adı geçince, hop etti yerinden fırladı Karabekir:


-Kesin! Yeter! Diyordu. Hoşlanmamıştı Atatürk’ün adının geçmesinden…”[33]

            Keza daha sonraları Köy Enstitüleri, söz konusu Ziraat Marşı yüzünden bile komünistlikle ve vatan hainliği ile suçlanacaktı. Sözleri Behçet Kemal Çağlar’a, bestesi Ahmet Adnan Saygun’a ait olan Ziraat Marşı’nın tamamı şu şekilde idi:

Sürer, eker, biçeriz, güvenip ötesine

Milletin her kazancı, milletin kesesine,

Toplandık has çiftçinin Atatürk’ün sesine,

Toprakla savaş içini ziraat cephesine.


Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz,

Biz yurdun öz sahibi, efendisi köylüyüz.


İnsanı insan eden, ilkin bu soy, bu toprak.

En yeni aletlerle en içten çalışarak,

Türk için yine yakın dünyaya örnek olmak,

Kafa dinç, el nasır, gönül rahat, alnı ak.


Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz.

Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz.


Kuracağız öz yurtta, dirliği düzenliği.

Yıkıyor engelleri, ulus egemenliği

Görsün köyler bolluğu, rahatlığı, şenliği.

Bizimdir o yenilmek bilmeyen Türk benliği.


Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz.

Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz.

            İsmail Kaplan da enstitülerde okunan ziraat marşını örnek vererek bu marş yoluyla enstitülerde aşılanmak istenen düşünce yapısını şöyle açıklar:

           “Lidere inanç; ulusun organik bütünlüğü; modernleşme ve kalkınma için liderin çağrısına uyarak ziraat cephesinde toprakla savaş için toplanmak; insanı insan eden soy oluşa ve dünyaya yeniden örneklik etmeye ilişkin ırkçı-milliyetçi üstünlük iddiası: Ziraat Marşı’yla öğrencilere aşılanmak istenen değerler bunlardır. Bir başka deyişle, Marş, lider/ulus/vatan birliği, çalışma ve milliyetçi övünme temalarını işliyor. Lidere güven, askeri disiplin altında çalışarak öteki ulusları geçme iradesi ve şovenizm derecesine varan milliyetçi övünmeye ilişkin bu değerler, Atatürk’ün çeşitli özdeyişlerinde de dile getirilmiş ve bu özdeyişler Kemalizm’in kalıcı sloganları haline gelmiştir”[34]

            Bunlara rağmen, Köy enstitülerin yeterince milli olmadığını söyleyenler veya düşünenler olur. Talip Apaydın şöyle anlatıyor:

            “Ey milli dost, milli dost, 72 dilli dost” diye bir türkü söylerdik, halk türküsü, bunu şikayet etmişler. “Mil” toprak demek. Bu halk türküsü, yani bizim uydurduğumuz bir türkü değil. “Milli olanı 72 dilli” diyor diye, böyle bir kampanya açtılar. Yani biz milliyetçi değiliz, onlar milliyetçi.”[35]

            Halbuki Köy Enstitüleri alanındaki eserlerinden en önemlilerinden Fay Kirby’in 1960 yılında Columbia Üniversitesi’ndeki doktora tezinde, enstitüler hakkında “Türk olan şeyin en Türk’ü, yerli olan şeyin en yerlisi” diye bahsediliyordu.[36]

Ahlaksızlık İddiası

            Köy enstitülerinin temelindeki köy öğretmen okullarının düşünsel mimarı olan Mustafa Kemal’in, bu eğitim yapılanması ve daha sonra köy enstitüleriyle gerçekleştirmeyi amaçladığı toprak reformu, imtiyazlı çevreleri rahatsız etmiş; enstitülerin kapatılması sorunu söz konusu çevrelerce adeta bir ölüm kalım mücadelesi olarak algılanmıştır.

            Bundan sonraki iş, enstitüleri karalamanın bir yolunu bulmaktır. Öyle de yapılmıştır. En duyarlı olduğu konular seçilerek halk kışkırtılmış, böylece enstitülerin kapatılmasını halk istiyor izlenimi yaratılmaya çalışılmıştır. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Şemsettin Sirer‟in talimatıyla müfettişler, enstitülerin iç hayatında ve işleyiş biçiminde açık bulmak üzere görevlendirilmişler; enstitülerde bu amaçla sözde denetimlere başlamışlardır.[37] 

            Söz konusu süreci Aydoğan, şöyle anlatmıştır:

            “Köy Enstitülerinin başarılı olduğu anlaşılınca ve ilk meyvelerini de verince, tutucu çevreleri ve onların sözcülerini bir telaş aldı. Karalama kampanyaları hızlandı. Her yönden yapılan saldırılarda en çok da kızlarla erkeklerin aynı okullarda yatılı okumalarıydı. Nasıl olurdu? Köylü çocukları birlikte okuyamazdı. Zaten Amerikalı Eğitim Uzmanları(mız) da böyle önermişti, dönemin iktidarına. Kızları ve erkekleri birbirinden ayırmalı. Acaba, bu uzman kendi ülkesinde böyle bir öneriyi yaparsa, nasıl bir tepki alacaktı? Saldırılar planlı olarak yayılıp enstitülere ilk darbeler vurulduktan sonra, sıra kızlarla erkekleri de ayırmaya gelmişti. Ancak bunun için yaratılan dedikodu ve karalamaları destekleyen bir tek delil yoktu. Öyleyse deliller yaratılmalıydı. Bu deliller de yetkisiz soruşturmacılar eliyle, sözde soruşturmalarla yaratılacaktı. İşte bunların en belirgin olanlarından biri de, 1950’de Arifiye Köy Enstitüsü‟ne, bakanın özel görevle gönderdiği Ali Uygur tarafından hazırlanan rapordur. İşte bu rapordan birkaç alıntı;

            (39) numaralı belgede, (….) Köy Enstitüsü öğrencilerinden (…) ile (,..)nün hastabakıcı (…)nin teşvik ve aracılığı ile ve fena niyetle mektuplaştıklarından bahsedilmektedir

            (41) numaralı belgede, (…)Köy Enstitüsü öğrencilerinden (…)ile (…)in fena niyetle mektuplaştıkları anlaşılmaktadır.

            (42) numaralı belgeden (…) Köy Enstitüsü öğrencilerinden (…)ın kız ve erkek münasebetlerinin tesisinde rol oynadığı anlaşılmaktadır.

            Bu ve buna benzer pek çok yalan ve iftiradan ibaret belgeler ve “deliller” oluşturuldu.”[38]

            Ancak bu yaşananlar Enstitülere büyük zarar vermiştir. Enstitü müdürleri, yörelerindeki kız öğrencileri okullara kaydettirebilmek için büyük çaba göstermişler, ailelerine dil dökmüşler ve köy kızlarının kaderini değiştirebilmek için seferber olmuşlardır. Her ne kadar diğer okullarda da karma eğitim yapılıyor olsa da enstitülerin yatılı okular olması çeşitli söylentileri beraberinde getirmiştir. Bu da köy yaşamında hiç de istenilmeyecek bir durumdur. Hem hazır işgücünden olmak hem de başlık parasını kaybetme korkusu, üstüne üstlük bir de enstitülerde okuyan kızların ahlaksız olacağı söylentisi enstitülerin dayandığı tabanı kaybetmesine, iyiden iyiye zayıflamasına yol açacaktır.[39]

            Dile getirilen bu iddiaların birer iftira olduğunu söyleyen Ferit Oğuz Bayır, bu konu ile ilgili görüşlerini Köyün Gücü adlı eserinde şöyle belirtmiştir:

            “Hele ahlak konusunda ileri sürülen iddialar, doğrudan iftiradır. Buna dilleri nasıl varıyor? Bu alanda Allah huzurunda da göğsümü gere gere şahadet ederim ki bu köylü çocuklarının bizi üzecek, ahlak dışı hareketleri olmamıştır. Sığırların arkasında dolaşırken enstitülere getirdiğimiz kızlı erkekli köy çocukları ideal öğrenciler olmuşlardır. Bir arada yattıklarını bile yazıp söylemekten çekinmeyenler hesabı sorulacak manevi bir günah işlediklerini olsun hesaplamışlar mıdır? Memleketin yirmi yerinde binlerce öğretmenin, 10 binlerce öğrencinin ve nihayet 100 binlerce vatandaşın gözü önünde bu gibi bozuk hallerin yıllarca sürüp gideceğini akıl alır mı? Durumun yaygınlığını düşünerek âlem önünde kendi kendimizi bu derece kötülemekte ne fayda var?[40]

            Bir başka açıdan bakıldığında, Köy Enstitüleri öğrencileri arasında duygusal açıdan yakınlık hissetme gibi bir unsurun olması da doğal gözükmektedir. Çoğu kez birbirine aşık olan ya da hayat arkadaşı olarak birbirini beğenen enstitülülerin mezun olduklarında birbiriyle evlendikleri de görülür. Ancak mezuniyet sonrası evlenmelerin altında dönemin genel ahlak anlayışına aykırı ilişkiler aramak doğru olmasa gerektir. Üstelik, enstitülerin sıkı çalışan bir disiplin kurulu vardır. Mektuplaşma v.b. bir davranışın yansıyacağı ilk yer disiplin kuruludur. Bazı enstitülerde sırf bu tür olaylara meydan vermemek için bazı öğrencilerin “istihbarat” gibi görevlendirildikleri de görülür. Örneğin, Göl Köy Enstitüsü mezunlarından Cevriye Şahin, Enstitü’deki kız arkadaşlarının düşüncelerini, başkalarıyla mektuplaşıp mektuplaşmadıklarını tespit etmek ve bu durumları henüz başlamadan idareye bildirmekle görevlendirilmiştir.[41]

            Pakize Türkoğlu ise kız öğrencilerin okumasına karşı çıkanların ve köy kızları elden gidiyor diye propaganda yapanların arka planda taşıdıkları düşünceleri şu şekilde dile getirmektedir:

            “Çünkü onlar köy kızlarının ancak kendileri için hizmetçi, besleme, odalık olabileceklerine koşullanmışlardı. Çünkü köylü kızları okursa ağaların çiftlik evlerinde elden ele, babadan oğula devredilen, örselenmiş, incitilmiş, iğfal edilmiş, dünyaları zindan edilmiş kadınları, kızları bulamayacaklardı. Meclis kürsüsünde, Enstitülerde kızların iyi korunmadığı ya da ağır iş yaptırıldığı savında bulunan milletvekillerinin evlerinde nice yetenekli köylü kızı karın tokluğuna besleme, hizmetçi olarak çalışıyordu. Bu çok doğaldı onlar için. Doğal olmayan, köy kızlarının öğretmen olması, yüksek öğrenim görmesi, keman çalması, opera yapması, motosiklete binmesi ve bilinçlenmesiydi. Köy kadınına bu olanağı sağlayanlar, bu onurlu geleceği uygun görenler atılmalı, geri çekilmeliydi. Onlar hizmetçisiz, beslemesiz, odalıksız ne yapacaklardı…”[42]

            Bazı enstitülerde birkaç olay kaydedilmiş olsa bile, bu olayları bütüne genellemek doğru olmayan bir tutumdur. Akla gelen bir başka soru ise, diğer yatılı okullarda olan bu tür olaylar gündeme getirilmez ve disiplin soruşturmasıyla halledilirken Köy Enstitüleri’ndeki olayların neden bir toplum meselesi haline getirildiğidir.

            Enstitülü kız öğrenciler, kentlerdekilerden yalnız utangaç olmamakla ayrılmazlar, onların verilen özgürlükleri aşırılık ve arsızlık şekline sokma eğilimlerinin tam tersini göstermek bakımından da ayrılırlar. Giydikleri tulumların, işten nasırlanmış ellerin ve temiz köylü görünüşlerinin arkasında, enstitülü kızlar, erotik anlamda değil, doğallık anlamında kadınlıklarını (feminity) koruduklarını gösterirler. Batıdaki feminizm hareketlerinin ilk dönemlerindeki öncülerinde görülmüş erkek olma öykünmeciliği, sözlerinde, jestlerinde ve görüşlerinde erkek gibi görünme özentisi onlarda yoktu.[43] Buna ek olarak enstitü öğrencileri arasında homoseksüelliğin diğer yatılı okullardaki (özellikle erkek) öğrenciler arasında olduğundan çok daha az olduğu saptanmıştır. Konuyu dikkatle incelemiş bir araştırmacının gözlemlerine dayanmakta olan bu önemli ve ciddi araştırma, konu üzerindeki tabular yüzünden yayınlanamamıştır.[44]

            Eş zamanlı olarak başka yerlerde yalnız mahkemelere yansımış olan ve yalnızca din adamlarının işlemiş oldukları ırza geçme suçları bütün enstitülerdeki olayların hepsinden daha çoktur.[45]

İnönü Ve Enstitüler

            “Bütün askeri ve siyasi hayatımdaki vazifelerin hiçbirini kale almadan diyebilirim ki, öldüğüm zaman Türk milletine iki eser bırakmış olacağım. Biri Köy Enstitüleri, öbürü çok partili hayattır.”[46] Böyle demişti İnönü.

            Keza bir önceki sene de çok partili hayata geçerken İnönü, Celal Bayar’a iki soru sormuştur. Birincisi, dini inançları siyasette kullanıp kullanmayacakları. İkincisi, Köy Enstitüleriyle, yani eğitim seferberliğiyle uğraşıp uğraşmayacakları. İnönü, enstitüleri bu derece sahiplenmiştir. Celal Bayar, her ikisine de “Hayır Paşam” yanıtını verir.[47]

            Peki o zaman neden İnönü’nün 1946’dan sonra Köy Enstitülerini savunmadığı, sahipsiz bıraktığı, politik oyunlara alet edilmesine müsaade ettiği iddia edilir? Köy Enstitülerini Cumhuriyetin eserleri içinde en değerlilerinden biri gören, enstitülülerin başarısını ömrü boyunca takip edeceğini söyleyen İnönü’nün Köy Enstitülerini politik oyunlar uğruna, oy kaygısı için harcadığı neden savunulur? Hem de önde gelen Köy Enstitüleri mezunları tarafından…[48]

            Mesela Fakir Baykurt, Gönen Köy Enstitüsü öğrencisi iken, öğretmenlerinden Görgü Karamuz’un yaşanan sürecin sorumlusu olarak Cumhurbaşkanı İnönü’yü gösterdiğini anlatır:

Öğretmen: “…Yerine gelen kadro, çok değişiklik yapacak. Yapıyı bozacaklar. Bunu yapmak için dalkavuk sürüleri var.Önde böyle olurken arkada çıkarlar bölüşülür.Bu savaş çıkar savaşıdır gerçekte…Savaş, Toprak yasası uygulanırsa çiftliklerine el konacak beylerle, yoksullardan yana olan Hasan Ali Yücel, Hakkı Tonguç gibi aydınlar arasında görünüyor. Ama asıl savaş az topraklı, ya da hiç topraksız köylülerle çiftlik sahipleri arasında sürüyor…”

F.Baykurt: “Ya İsmet İnönü ne yanı tutuyor?”

Öğretmen: “İnönü denge uzmanı; sıkışınca güçlünün yanını tutar…”

F.Baykurt: “Güçlünün yanını tutsa çıkartır mı Toprak Yasası’nı ?”

Öğretmen: “Yetkiler elindeyken çıkarmak istedi. Çünkü demokrasiyi yerleştirecek. İlkin dengeleri elverişli görüyordu. Sonra baktı durumu zayıflıyor, boşlayıverdi. İnönü büyük politikacıdır.”[49]

            Yine Gönen Enstitü Müdürü Ömer Uzgil de, Halkalı Ortaokulu Resim Öğretmenliğine atandığı haberi duyulduğunda öğrencilerinden bazıları “direnelim mi, yararlı olur mu?” demişler, o da “ Her şey İnönü’nün bilgisi içinde. Başta o var. Demokrat Parti muhalefeti kaç para; CHP’nin içindekiler enstitülere düşman. Sıkıştırıyorlar. Bu yüzden ödün verecek. Sanırım fena budayacaklar enstitüleri….Ama kötüdür devlet yönetiminde ödün yöntemi. Hele nerde duracağını bilmeyenler elinde, Cumhuriyeti budamaya kadar varır bu iş” sözleriyle düşüncelerini belirtmiştir.[50]

            Oysa İnönü enstitülerle her zaman yakından ilgilenmişti. Daha 1945’de Ankara’daki yüksek okulların Balgat’taki askeri kampında Dil-Tarih, Tıp, Gazi Eğitim Enstitisü vb. öğrencileri arasında Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü öğrencilerini aramış, yanlarına giderek onlarla özel olarak ilgilenmiş, hatta arka arkaya üç gün aynı şeyi yaparak belki diğer öğrencileri gücendirmek pahasına Hasanoğlanlılar’a ayrıcalıklı davranmıştı.[51] Enstitüleri ziyaret ettiğinde; öğrencileri, yapılanları gördüğünde neşesi yerine gelir, huzur bulurdu.[52] Ama sonrasında her şey çok farklıydı…

            Değişen siyasi koşulların, CHP’nin Köy Enstitülerine bakış açısını nasıl değiştirdiğini anlayabilmek için, tek parti sisteminin önemli bir yapısal özelliğine değinmek gerekir: Tek parti rejimlerinde, o ülkedeki çeşitli siyasal eğilimler tek bir resmi görüş içinde eriyip gitmezler, fakat tümü de belli uzlaşmalar ve dengeler içinde o parti içinde yer alırlar. Bu nedenledir ki tek parti sistemlerinden çok partili bir sisteme geçildiğinde, yeni partiler, eski tek partinin içinden koparak doğarlar. Türkiye’de Demokrat Parti ve öteki partilerin CHP’den doğması, bunun tipik örneklerindendir. Çiftçiyi Topraklandırma Kanun Tasarısı, Meclise verilir verilmez, CHP’nin bir kanadı buna karşı çıkmış ve Demokrat Parti’yi kurmuştur. Demokrat Parti’nin CHP’ye yönelik başlıca eleştirilerinden biri de Köy Enstitüleri ile ilgili idi. CHP’den kopmayan partinin sağ kanadı da Demokrat Parti ile aynı görüşü paylaşıyordu. İsmet İnönü, bu kanadın da partiden kopmaması için ödünler vermek zorunluluğu duydu.[53]

                        Talip Apaydın, çok sonradan “Neden böyle yaptı? Neden engelleyemedi?” diye Tonguç’a sorar. Tonguç şöyle cevap verir:

            “İnönü her şeyden evvel politikacı. Ve bir partinin bunca yıllık genel başkanı. O genel başkanlığını sürdürebilmesi için, elbette partisi için hangi kanat ağırlıkta ise, ağırlık kazanıyorsa o yandan olabilir.”[54]

            İnönü için bir yanda ömür boyu korumaya söz verdiği enstitüler vardı, diğer yanda kendisine seçim kaybettirecek komünistlik iddiaları. Hayatının en zor kararlarından birini vermek zorundaydı. Düşündü, taşındı ve sonunda doğru bildiğini seçti: Enstitülerden vazgeçti.

            Hasan Ali Yücel bakanlıktan uzaklaştırılacak ve İsmail Hakkı Tonguç da en sonunda görevden alınıp Resim-iş öğretmenliğine atanacaktı. İnönü, başıbozuk ve gerici ayaklanmalar karşısında tahtlarını korumak için vezirlerini teslim eden Osmanlı padişahları gibi, eğitimin ordusunun bu iki komutanını feda edecekti. 

            İsmail Hakkı Tonguç, görevden alınmasından sonra bir defa bile İnönü’nün ziyaretine gitmedi.[55]

            Hakkı Tonguç da Hasan Ali Yücel de vefat ettikten sonra, 18 Nisan 1966 tarihinde İnönü, Köy Enstitüleri hakkında şöyle söyleyecektir.

            “Köy enstitüleriyle, kapalı olan köylü hazinesi keşfolunmuştur. Bunun mütehassısları cesaretle bunun içine girdiler. Başarıyı, ilk önce burada değerlendirmek lazımdır. Köy enstitülerinde çalışanları, Hasan Ali Yücel’i, Hakkı Tonguç’u rahmetle anmak isterim. Ben devletin başındaydım. Köy enstitülerinin asıl zahmetini çekenler, bu eserin mimarları ve onun tutunması için çalışanlardır. Eser, onlarındır…”[56]

Sonuç

            “Eğer bir yerde kitaplar yakılıyorsa, orada eninde sonunda insanları da yakacaklardır” sözünü kanıtlarcasına, Köy Enstitülerindeki kitapları sakıncalı diye yakanlar, 40 yıl sonra Madımak’ta insanları yakacaktı. Hatta Köy enstitülerine “gayri milli” ve “fuhuş yuvası” diyen zihniyet, yıllar sonra andımızı kaldıracak, milletin adına Türk demekten imtina edecek ve yine bu milletin çocuklarını, tarikat yurtlarında istismarın kollarına atacaktı.

            Şimdi soralım.

            Araştıran ve sorgulayan bireyler yetiştirdiği için ağaların ve din tüccarlarının korkulu rüyası olan Köy Enstitüleri kapatılmasaydı,  acaba ilkokul mezunu bir meczubu Mehdi zannedenlerin darbe yaptığı bir ülke olur muyduk?

            Herkesin bir müzik aleti çaldığı, resim, tiyatro ve heykel dersleri aldığı bu okullar kapatılmasaydı, bugün resimleri yırtar, heykelleri yıkar, kadınlarımızı tiyatro sahnelerinden men eder miydik?

            Yıllar sonra bile İsrail’in bizden alıp uyguladığı Köy Enstitüleri kapatılmasaydı,  çocuklarımız, her  sene sil baştan inşa edilen yapboz eğitim sistemlerine ve adaletsiz sınavlara maruz kalır mıydı?

            Arıcılık, Marangozluk, Demircilik ve Tarım derslerinin verildiği Köy Enstitüleri kapatılmasaydı, dışarıdan saman ithal eder miydik veya köyden kente göç olur muydu?

            Kadın ve erkeğin birlikte yaşama iklimi içerisinde eğitim gördüğü Köy Enstitüleri kapatılmasaydı, kadına şiddetin bu fazla olduğu bir toplum olur muyduk?

            Ağaların altında ezilen köylüyü aydınlatan ve onlara önderlik eden öğretmenleri yetiştiren Köy Enstitüleri kapanmasaydı, 40 yıldır terörden zarar gören ve uluslararası güçlerin oyun alanı olan bir ülke mi olur muyduk?

            Köy enstitülerinin kurucularından Hasan Ali Yücel şöyle demişti: “Köy enstitülerinin bütün günahı omuzlarıma, sevabı başkalarına olsun. O kurumların günahı bile bana yeter.”


[1] Hürriyet,10 Ekim 2015

[2] Cevat Geray,Planlı Dönemde Köye Yönelik Çalışmalar,TODAİE,Ankara,1974,s.235

[3] Bundan dolayıdır ki her 17 Nisanlarda Köy Enstitüleri anılır.

[4] Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi, Cilt 2, İletişim Yayınları, İstanbul, 1996, s..118

[5] Mahmut Makal, Deli Mehmedin Türküsü, Başak Yayınları, Ankara, 1993, s.19

[6] Necdet Ekinci,Sanayileşme ve Uluslaşma Sürecinde Toprak Reformundan Köy Enstitülerine, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1997, s.205

[7] 1945 yılında mecliste gerçekleşen eğitim bütçesi görüşmeleri sırasında, Demokrat Parti kurulduğunda zaman kaybetmeden bu partiye geçen dönemin CHP’li “toprak ağası” Emin Sazak

[8] R.Okçabol, Köy Enstitüleri İle İlgili Eleştirilere Değinmeler, Yeniden İmece, No.10,2006, 11-14, s.11

[9] Cemil Koçak, Öner Yücel Davası, Tarih ve Toplum, C.28, S.166, İstanbul, Ekim 1997, s.129

[10] Pakize Türkoğlu, Tonguç ve Köy Enstitüleri, Yapı ve Kredi Yayınları, İstanbul, 1997, s.492

[11] Mehmet Cimi, Tonguç Baba: Ülkeyi Kucaklayan Adam, Akyüz Yayınları, 1990, s.253-255

[12] Can Dündar, Köy Enstitüleri, Can Yayınları, İstanbul, 2014, s.81

[13] Hakkı Uyar, Tek Parti Dönemi ve Cumhuriyet Halk Partisi, Boyut Yayınları, 1998, s.351

[14] Ekinci, s.137

[15] Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1969, s.250

[16] Uğur Mumcu, 40’ların Cadı Kazanı, Tekin Yayınevi, İstanbul, 1994, s.141

[17] Kirby, a.g.e., s.343

[18] M.Kaplan vd., Çağdaş Eğitim ve Köy Enstitüleri, Dikili Belediyesi Kültür Yayınları, İzmir, 1993, s.189

[19] Şevket Çizmeli, Menderes Demokrasi Yıldızı, Arkadaş Yayınevi, Ankara, 2010, s.465

[20] Ş. Pektaş, Milli Şef Döneminde Cumhuriyet Gazetesi, Fırat Yayınevi, İstanbul, 2003, s.344

[21] Mahmut Makal, Köy Enstitüleri ve Ötesi, Literatür Yayınları, İstanbul, 2009, s.77

[22] TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: IX, C:5, 25.02.1951, s.837

[23] Mahmut Makal, 17 Nisan, Yeditepe Yayınları, İstanbul, 1959, s.88-89

[24] Mahmut Saral, Karartılan Aydınlı Köy Enstitüleri Düziçi Köy Enstitüsü, Hatay, 2002, s.59-60

[25] İlhan Başgöz, Türkiye’nin Eğitim Çıkmazı ve Atatürk, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1995, s.248

[26] Cemil Koçak, “Öner-Yücel Davası”, Tarih ve Toplum, Ekim, 1997, Cilt 28, S.16, s.22

[27] Hasan Ali Yücel, İspat Vazifesi, Hürriyet Gene Hürriyet, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara, 1966, C.II, s.802

[28] Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi Çağdaşlık Yolunda Yeni Türkiye, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1999, s.47

[29] Şevket Gedikoğlu, Getirdikleri ve Yankılarıyla Köy Enstitüleri, İş Matbaacılık, Ankara, 1971, s.290

[30] Age., s.292

[31] Murat Burgaç, Çifteler Köy Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Uludağ Üniversitesi, Bursa, 2004

[32] Talip Apaydın, Köy Enstitüsü Yılları, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1983, s.191

[33] Can Dündar, Köy Enstitüleri, Can Yayınları, İstanbul, 2014, s.94

[34] İsmail Kaplan, Türkiye’de Milli Eğitim İdeolojisi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005, s.185

[35] Hüseyin Karakuş, 100 Soruda Köy Enstitüleri, Sistem Yayınları, Ankara, 2014, s.96

[36] A.g.e., s.81

[37] R.Okçabol, Köy Enstitüleri İle İlgili Eleştirilere Değinmeler, Yeniden İmece, No.10,2006, 11-14, s.12

[38]   K.Aydoğan, Kızların Gidişi, Yeniden İmece, No.14,2007,107-109, s.107

[39]   Can,Dündar, Köy Enstitüleri, İmge Kitabevi, Ankara, 2011, s.52

[40] Bekir Semerci, Türkiye’de İleri Atılımlar ve Köy Enstitüleri, Afa Matbaacılık, İstanbul, 1989, s.203

[41] Gülşah Eser, Köy Enstitüleri’nde Bir Öncü:Özgün Arşivi Işığında Göl Köy Enstitüsü, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, İstanbul, 2011

[42] Pakize Türkoğlu,Tonguç ve Enstitüleri, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2007, s.539

[43] Fay Kirby,Türkiye’de Köy Enstitüleri, Tarihçi Kitabevi, İstanbul, 2015, s.353

[44] A.g.e., s.354

[45] A.g.e., s.356

[46] Hüseyin Karakuş, 100 Soruda Köy Enstitüleri, Sistem Yayınları, Ankara, 2014, s.70

[47] A.g.e., s.102

[48] Talip Apaydın, Köy Enstitüsü Yılları, İstanbul 1983, s.168-169; Mehmet Başaran, Özgürleşme Eylemi Köy Enstitüleri, İstanbul 1999, s.99-103

[49] F. Baykurt, Köy Enstitülü Delikanlı, İstanbul 1999, s.174

[50] A.g.e.,s.175

[51] Talip Apaydın, Köy Enstitüsü Yılları, İstanbul 1983,, s.169.

[52] Safa Güner, Köy Enstitüleri Hatıraları, İstanbul 1963 s.140.

[53] Çetin Yetkin, Toprak Reformu ve Köy Enstitüleri, Müdafa-i Hukuk, Köy Enstitüleri Özel Sayısı, Mart 2000, s.s.13-32

[54] Can Dündar, Köy Enstitüleri, Can Yayınları, İstanbul, 2014, s.84

[55] A.g.e., s.91

[56] Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, Cilt 2, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2011, s.385

Yorumunuz

Your email address will not be published.